29 Şubat 2012 Çarşamba
Kıbrıs Kongresi 2012
1. Oturum: Türkiye’nin çifte sömürgeciliği: Kürt Coğrafyası ve Kıbrıs
1. Oturum Başkanı: Temel Demirer
- Kürt Coğrafyası ve Kıbrıs - İsmail Beşikçi
- Sırrı Süreyya Önder – Kıbrıs’ın üzerine görüşler
- TC'nin Kıbrıs’taki sureti veya “özel bir sömürgeleştirme öyküsü” - Fikret Başkaya
- Kürt Ulusal Sorunu ve Sömürgecilik - Mahmut Konuk
- Ulus devlet ve halklar sorunu- İbrahim Akyol
- Resmi ideolojide Kürtler- Şaban İba
- Kıbrıs’ta sendikal mücadele - Güven Varoğlu
2. Oturum: Kıbrıs’ın Ekonomi Politiği – Talan Ekonomisi
2. Oturum Başkanı: Şiar Rişvanoğlu
- Kıbrıs’ın ekonomi politiği üzerine kenar notları Temel Demirer
- 6-7 Eylül ve 1964 Kovulmaları ile Sermayenin Türkleştirilmesi - Sait Çetinoğlu
- 6/7 eylül 1955, 1964 kovulmaları ve etnik temizlik – Giorgos Katsanos
- Kıbrıs'ta neoliberal politikalar - Celal Özkızan
- Kürt Sorununun Kıbrıs’ın kuzeyine etkisi ve emek - Ceren Göynüklü
3. Oturum: Devlet, Kıbrıs, Kürtler
3. Oturum: Sungur Savran
- Büyük Oyun’dan TC burjuvazisinin iç savaşına Kıbrıs - Aziz Şah
- TC burjuvazisinin iç savaşının Kürt Coğrafyası üzerindeki etkileri - Levent Dölek
- Kıbrıs ve Kürt Coğrafyası’nda derin devlet faaliyetleri - Şiar Rişvanoğlu
- Demokratik Özerklik ve Sömürge İlişkisi – Demir Çelik
- Akdeniz'in Afrodit’i, batmayan uçak gemisi: Türk klişeleriyle Kıbrıs - Serkan Seymen
4. Oturum: Uluslararası Durum: Akdeniz Devrimci Havzası ve Kıbrıs
4. Oturum: Sait Çetinoğlu
- Bir dış politika konusu olarak Kıbrıs: Türkiye, Yunanistan, AB - Nikos Çiris
- Akdeniz Devrimci Havzası içinde batmayan uçak gemisi Kıbrıs’ın konumu – Sungur Savran
- Kürt Coğrafyası-Kıbrıs tezleri - Suphi Toprak
23 Temmuz 2011 Cumartesi
Kıbrıs, Elektrik, Anti-Faşizm ve TC Burjuvazisi!
Aziz Şah, Enternasyonalist Dayanışma
Şunu söyleyebiliriz ki Hristofyas, bu güne kadar uyguladıkları Stalinist ‘ulusal cephe’ politikasının bir günde ‘mağduru’ oluvermiştir! Bu güne kadar ihanet ettikleri işçi sınıfının intikamını, yıllardır gelişimini ve büyümesini görmezden geldikleri faşist hareket, “istifa” sloganlarıyla ‘devlet sarayı komünisti’ Hristofyas’a sormaktadır. İroni bir yana, faşistler işçi sınıfının intikamını almaz ya, onların tek derdi prestij ve oy artırmak!
Bu güne kadar faşist partilerle ve sağ ile kurdukları koalisyonların, daha da önemlisi ENOSİS-ittifaklarının (Yunanistan ile birleşme) bir sonucu olarak AKEL’in hiçbir zaman ciddi bir anti-faşist politikası olmadı. Tam aksine ‘ulusal cephe’ler vesilesi ile anti-faşizm partide yasaktı, gerekçesi de anti-emperyalist olmak: “Enosis’e Evet, Nato’ya Hayır!” sloganı bu durumun en açık göstergesidir. Bugün ise tarih intikam almakta, ENOSİS’in ‘gerçek’ savunucuları Hristofyas’ın istifasını istemekte ve bu minvalde eylemler yapmaktadır.
Güney Kıbrıs’ta ırkçı eylemleri ve saldırılarıyla uzun süredir gelen tehlikenin bir adı vardı, önceleri HRİSİ AVGİ, şimdi ise ELAM. Güney Kıbrıs’a geçen Kıbrıslı Türkler’in arabalarına sistematik olarak saldıran, geçen yıl Güney Kıbrıs’ta yapılan Rainbow festivaline saldıran ve bir kişiyi de bıçaklayan, yine geçen yıl Türk İşgali protestosundan dönerken önlerine çıkan bir Cezayirli’yi linç eden bir örgütlenmenin karşısında durmak bir yana, hep görmezden geldi AKEL ve Hristofyas. Diğer radikal sol gruplar ise toplumsal tabanda hiç bir şey yapamadılar.
Şimdi ise Ziki’deki askeri üste gerçekleşen patlama üzerine Hristofyas’ın istifasını istiyorlar. Bir de protestoların anti-militarist ve anarşist yüzü var. Geçen gün de onların eylemi vardı ki aldığım bilgiye göre feminist örgütlenme olması ihtimali yüksek ‘kayıp anneleri’ de katıldılar.
Bu patlama ve enerji krizi sonrasında Türk tarafı, yani TC devleti sömürgeci hazlara bürünmüştür; mal bulmuş mağribi gibi Güney Kıbrıs’a bir şey satmanın “ulusal gururuna” sahip olmuşlardır. Hatta her uluslar arası olayı KKTC’yi tanıtmaya bağlayan zihinleri, Rumlar KKTC’yi tanıyacak sayıklamalarına yine karşı duramamıştır. TC enerji bakanı, “Zaten bizim bütün Kıbrıs’ı kapsayan bir enerji planımız var.” Demiş ve eklemiştir: “Biz Kıbrıs’ı bütün olarak düşünüyoruz!” Burjuva ideologlar ise o kadar kolaymışçasına, gazete manşetlerinde Kıbrıs’ı bir enerji projesi ile birleştirdiler; geriye kaldı Türkiye’nin ulusal çıkar ve ‘kırmızı çizgileri’nden feragat etmesi!
TC bürokrasisinin utanmazca kamu oyundan sakladığı başka bir şey var: Kuzey Kıbrıs, kendine yeten elektriği bile üretemezken, Güney Kıbrıs’a nasıl elektrik satacak? Bunun yanında TC’nin işleyen bir KKTC enerji planı yokken, nasıl oluyor da Güney Kıbrıs’ı da kurtarıyorlar? Yoksa bu da mı balonla su getirme projeleri gibi denizin ortasında patladı?
Daha birkaç gün önce başkent Lefkoşa’da 6 saatten fazla elektrik kesilmişken, hangi kaynaklar ile Güney Kıbrıs’a elektrik satacak Türk yetkililer! Madalyonun diğer yüzü ise, KKTC’de elektrik sektörünün modernize edilmemesinin sebebi ‘özelleştirme koşulları’ yaratmaktır: Yani ‘zarar eden’ kurumu özelleştirilebilir kılmaktır! Diğer yandan, sanıyorsa ‘muteber ve kurtarıcı’ TC Burjuvazisi ve Bürokrasisi, işgal altındaki Kuzey Kıbrıs’taki gibi TC Elçiliğinde beş çayında liberalleştirdikleri Kamu Kuruluşları kadar kolay olacak, Güney Kıbrıs ya da yasal bir zeminde çalıştıkları bütün Kıbrıs’taki ihaleler; çok yanılıyorsunuz baylar… Elçi (Ki biz ona VALİ diyoruz) ile çay içerken el koyabildiğiniz Kamu Kuruluşları kadar basit lokma olmayacak “sömürge sonrası Kıbrıs”ta at oynatmak! Kaldı ki bu yüzden değil midir Kıbrıs sorununun hep zirvede kalan siyasal iktisadı. Bu işin başka bir yönü de şudur ki, bugün Kıbrıs’ın “enerji planı” ile ortaya çıkarken, yarın da gaz ve petrol rezervlerine el koyma isteği ile hareket ettiğiniz de aşikar; ve fakat sizin tanımadığınız Kıbrıs’ın yasal hükümeti, o konudaki bütün uluslar arası anlaşmaları yapmış Mısır ile geçmişte masaya oturmuştur. Kıbrıs’ın işgalcisi olsanız da sahibi değilsiniz sonuçta…
Kelin merhemi olsa kendi başına sürerdi! Elektrik kesintilerinden dolayı yanan elektronik cihazları biz biliriz! Bizi ‘kurtardınız’, lütfen Güney Kıbrıs’ı ‘kurtarmayın’ ey sömürgeci asker-sivil bürokrasi!
Tayyip, Ordunu da, Sömürgeci Burjuvazini de al git!
Aziz Şah – Enternasyonalist Dayanışma (Lefkoşa)
İngiliz sömürgeci geleneğinin bir ritüelidir: Seçilmişlerin ilk yurt dışı ziyaretinin kadim sömürgeleri Hindistan’a yapılması. TC yetkilileri de Büyük Britanya’dan mı feyzaldılar bilinmez, ama Kıbrıs’a uzun yıllardan beridir Hindistan ve İrlanda muamelesi yaptıkları aşikar. Yalnız muamele yapsalar iyi. Sömürgeci TC’nin Hindistan’ı ve İrlanda’sı, Kürdistan ve Kıbrıs’tır yüzyıllardır!
Seçim döneminde Türkiye’de her eve bir işkenceci gibi giren bir şarkı vardı: “Aynı yoldan gelmişiz biz,/ Aynı sudan içmişiz biz,/ Yazımız bir, kışımız bir,/ Aynı dağın yeliyiz biz.” Kuşaklarını birlik ve beraberlik, et ve tırnak hamasi nutuklarıyla büyütmüş Kıbrıslılar’a hiç de yabancı değildi… “Gönüller bir, dualar bir, /Bir Allah’ın kuluyuz biz,” diye de devam eder giderdi. Bugün de Kıbrıs sokaklarına Tayyip Erdoğan’ın “Dünümüz Bir, Yarınımız Bir, Tek Yüreğiz” afişleri hakim.
2011 yılının eylem ve genel grev yılı olarak kayda geçmesinin sebebi TC Burjuvazisinin Kıbrıs’a olan sınıf taarruzuydu. O burjuvazinin temsilcisi olan zat bugün Kıbrıs’ta taraftarlarının ve karşıtlarının eylemleriyle karşılandı. Muhalif Afrika Gazetesi’nin deyişi ile “Grasocular” yani yağcılar Ulusal Birlik Partisi somutunda toplandılar: Tayyip ve Emine Erdoğan uçaktan inince bildik bayrak sallamalar ve istiklal marşı ile karşılandı. Türk Ordusu’na bağlı olan Polis ve Çevik Kuvvet ise protestoculara barikat kurdu, Tayyip’in güzergâhtan geçişi sürecinde.
Geçtiğimiz yılın yaz aylarında “Kıbrıs işlerinden sorumlu devlet Bakanı”, yani gerçek adıyla Sömürge Bakanı Cemil Çiçek, Kıbrıs’a geldiğinde protestolarla karşılanmıştı. Kıbrıs’ta dışarıdan gelen siyasetçileri uçak alanı güzergâhında protesto etme alışkanlığı yoktu. Çiçek ile başladı bu protesto şekli, Tayyip ile devam ediyor; TC’nin sömürgeciliği karşısında da gelenekselleşeceğe benziyor.
Kıbrıslılara daha önce ‘besleme’ diyerek hakaret eden TC başbakanı Recep Tayyip’in Kıbrıs ziyareti henüz daha kamuoyuna yeni sızmıştı ki daha o zamandan sömürge rejiminde büyük bir hareketlilik baş gösterdi. Kuzey Kıbrıs daha önce görmediği temizliği ve bakımı sadece RTE’nin ziyareti vesilesi ile bir haftada görmüştü.
Bugün, Recep Tayyip’in ‘marjinal’ dediği örgütler ve bazı sendikalar, kendisine protestolu bir karşılama yapmak üzere Hamitköy çemberinde buluşacaktı; ancak ‘anayasal hakları’ olan protesto haklarından mahrum edildiler. Eylem yapmak üzere toplanan kalabalık polis barikatı tarafından engellenirken, TC’nin yerleşik-taşıma nüfusu, yani Tayyip taraftarları ‘anayasal haklarını’ kullanabiliyorlardı.
Recep Tayyip’in protestoları görmesini engellemeye çalışan polis ve güvenlik görevlileri, bayağı çaba harcadı. Otobüslerle RTE’nin bakış açısını kapatmak ve eylemcilerden fazla polisi yığmak, coğrafyanın ve tarihin gör dediğinin göstermemek için bir yoldu. Tüm bunlar TC başbakanının protesto gösterilerini görmemesi ve sisteme karşı başlayan başkaldırının üstünün birazda olsa kapatılması içindi. Görünmeseler de seslerini Erdoğan’a duyuran protestocular, sendikal platformun düzenlediği eyleme katılmak üzere KTHY mağdurlarının çadırına doğru yola koyuldular. Bu kez daha kalabalık bir polis grubu çadır önünde eylemciler için bekliyordu.
Üzerinde ‘’Emperyalist kuşatmalara hayır! Ne paranı ne paketini, ne de memurunu istiyoruz’’ yazılı pankartın açılmasından sonra polis pankarta müdahele ederken, polis ve eylemciler arasında arbede yaşandı. Polis müdahelesi bayağı şiddetliydi. Hatta o kadar ki, ilk önce, kol kola duran sendika başkanları ve genel sekreterlerinin burunları kırılmıştı! Her eylemde biraz daha tecrübelenen ve tamamen Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı olan polis, şiddetin dozunu her eylem daha da artırıyordu. Yerde tekmelenen kadınlar, kırılan gözlükler ve dahası.
Eylem sonucu 4 kişi tutuklandı ve 4 kişide ciddi şekilde yaralandı. Yaralananlardan biri de Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası genel sekreteri Mehmet Taşker’di.
Kıbrıslılara hakaret eden ve tamamen TC’nin sömürgeci politikasının bir temsilcisi olarak Kuzey Kıbrıs’a gelen Tayyip’i protesto edenler, kıyasıya coplandı. Ancak es geçilemeyecek bir şey var ki: Artık işgal ve sömürgeci rejimin temelleri sarsılmaya başlamıştır!
Neo liberal, müdahaleci, maneviyatçı, ‘et ve tırnak’çı, hamasi, işgalci ve sömürgeci Recep Tayyip Kıbrıs’ta. Bunca lanetlenmiş sıfatı hak ettiğindendir ki Tayyip ismi, isim değil sıfattır Kıbrıslı’nın gözünde. Nasıl ki daha önce sömürge bakanı Cemil Çiçek, gaf üstünde gaf, taş üstünde taş bırakmamıştı ve 2011’de başlayan grevler yürüyüşünün sebebi olmuştu; Tayyip de yine neo liberal sınıf taarruzu ile gelmiştir Kıbrıs’a, sömürgeci dili ile gelmiştir, ırkçı öfkesi ve küstahlığıyla gelmiştir: Sömürgeci başbakan, grassocuların salladığı bayrağa bakmasın, Kıbrıslı maneviyatçı sözlere taraftar olmaz, “ayni dağın yeli” olmadığımızı çok iyi bilir. Hiç öyle kurtarıcı gibi gelmesin Tayyip! Kıbrıslılar, kamusal üretim araçlarını özelleştirenleri sevmez, çünkü ‘ilkel birikim rejimi’nin, yani sömürge rejiminin sınırlarının sonuna çoktan gelinmiştir! Biz sizin Misak-ı Milli sınırlarınız içinde değiliz bayım, biz sizin sıkı yönetim ilan ettiğiniz coğrafyanın dışındayız; siz bizi o sınırlar dahilinde saysanız, sıkı yönetim ilan edip sömürgeci dilinizi konuştursanız da, Kıbrıslılar Misak-ı Milli dışında olduklarını fark etmiştirler. Balkon konuşmasında, “Gözlerini Türkiye’ye çevirmiş, Türkiye’den gelecek haberleri büyük bir heyecanla takip eden, Bağdat, Şam, Beyrut, Kahire, Tunus, Saraybosna, Üsküp, Bakü, Lefkoşe ve diğer tüm dost ve kardeş ülke başkentlerini, halklarını buradan muhabbetle selamlıyorum.” Sözlerinin içinde yatan bir Kıbrıs vardır ki yeni-Osmanlıcılık da denebilir, TC burjuvazisinin sınır-ötesi ideolojisi de… Buna karşı da durmak proleter enternasyonalizminden geçer!
NTV muhabiri Kuzey Kıbrıs ‘Türkiye’ Cumhuriyeti diyebilir, üstüne dönüp başkentin adını yanlış söyleyebilir, Lefkoşe diyebilir Tayyip gibi. Zaten sömürgeci halindendir ki bütün muhabirler anlaşmış gibi, bir Kıbrıs demeye bir de Kürdistan demeye bu kadar zorlanırlar. İlla ki önüne yavru vatan korlar, sözde Kürdistan derler; bir Dersim bir Lefkoşa demeye zorlanırlar, Amed’i ise ağızlarına bile almazlar; Omorfo’yu bilmezler çünkü onun adını Güzelyurt yaptılar işgal edileli beri. Tüm bu yanlışlar bir doğru edip, bizim kendimizi Türkiye sanmamıza neden olmaz! ‘Küçük Türkiye’ olma planları yapıldı geçmişte. Bunu yapanlar sömürgeciler ve sömürgedeki sınıf işbirlikçileriydi. Hep bir slogan olarak kaldı: “Küçük Türkiye olacağız!” Epeydir de unutuldu çünkü herkes sömürge olduğunu biliyor… Sömürge Rejimi’ni kamufle etmek için varlığını sürdüren ‘bağımsız’ KKTC’nin sözde-dışişleri bakanı Hürriyet muhabirini bile şaşırtan bir cümle kuruyor: ''Sayın Başbakanımız (ki burada Erdoğan’ı kastediyor) esas ev sahibi olarak bulunacak. Çok önemli bir ziyaret bu.''
‘Ev sahibi’ Erdoğan bu minvalde sömürgeci devletin İrlanda’sına varmıştır. Egemenlik, olağanüstü hâl ilan etme hakkıdır, Tayyip Erdoğan’ın da siyaseti tamamen bir egemen olma siyaseti üzerine kuruludur. Egemen olamadığım yer benim değildir diyerek taarruzunu derinleştirmektedir. Kıbrıs artık bir olağanüstü hâl bölgesidir, İslamcı ve Laik burjuvazinin iç savaşının güney cephesidir Kıbrıs; kontrgerillanın asırlık kalesine hakim olma kavgası veriyor Tayyip. Neoliberal sıkıyönetim sürüyor ve bu durum, şiddet aygıtıyla taçlandırılıyor: Sömürgeciliğin bir yolu olan “in-direct rule’dan direct rule’a geçiş süreci” yaşanmaktadır, sancı bundandır. Sınıf bilinci de bu sertleşen koşullarda kendini oluşturmaktadır. Kıbrıs Türk Hava Yolları’nı Kıbrıslılar batırmıştır sömürgeciye göre, Elektrik Kurumu ve Telekomünikasyon Dairesi’ni batıracaktır, DAÜ-DAK’ı yönetmeyi becerememişlerdir, Kooperatif batırılmış bile olabilir, Vakıflar batırılacaktır; Sömürgecinin görevi medeniyeti götürüp özelleştirme adı altında el koymaktır. Karl Marx’ın Kapital’de bahsettiği şekliyle “ilkel birikim”dir bunun adı. Bu el koyma süreci de sınıf bilincinin öfke ile harmanlanmasına kaynaklık etmektedir.
Ekonomik kriz ve burjuvazinin sınıf taarruzu vesilesiyle amaçsız (genel)grev ve eylemlerle sürekli yenilen ve evlerine çekilen toplumsal tabanda açılan yarık, “Dünümüz Bir, Yarınımız Bir, Tek Yüreğiz” hamaseti altında gizlenen ideolojik taarruzla daha da derinleştirilmek istendi. Burjuvazi açısından yanlış bir yönü varsa bu ideolojik saldırının, o da şiddetin hakimiyet alanıdır. Tayyip, bir sıfat olarak ‘diktatörlük koşulları’ anlamına geldiği için bu durumu göremezdi; çevresindeki sınıf işbirlikçisi sömürge yerlileri ise ‘Sayın Başbakanlarına’ ev sahibi muamelesi yaptıkları için gerçeği söyleyemezdiler. O kadar acze düştüler ki, “aman başbakan görmesin” diyerek eylemcilerin önünü otobüslerle kapattılar. Tayyip, nasıl ki saygısızca Hopa’nın tarihine ters bir şekilde ‘Hopa fatihi’ olmaya kalktı, buna karşın yer yerinden oynadı. Şimdi de eşkıya Kıbrıs’a inmiştir!
Kıbrıs’ın işgalinin 37. Yılında taşlar yerinden oynadığını göstermiştir; Denktaş’ın 16 Ağustos 1974’te dile getirdiği, Kıbrıs Türk burjuvazisinin hayalini kurduğu devlet artık kâbusa dönüşmüştür: “Federe Türk Devleti Kıbrıs’ta kurulmuştur ve sınırları Türk askerinin gittiği yerdir” diyordu Denktaş. O Devlet bugün yönetemez durumda, burjuvazisi ise TC’nin İslamcı ve Laik burjuvazisinin iç savaşının gölgesinde esamesi okunmaz bir halde, mülksüzleştirilen halk kitleleri her gün biraz daha öfkeli; tam da bunların üzerine Türkiye’nin kırmızı çizgileri hayatın tam ortasından geçerek sınıf öfkesini ihlal ediyor…
Tam da böyle bir mevzilenme oluşmuşken, Kıbrıs solu hala TSK’nın emri altındaki polisin neden böyle davrandığını anlamamakta ısrarcı; yerli polisin yerli gibi davranmasını bekliyor, yani müsamaha bekliyor. Daha da ileri giderek toplumsal bir dönüşüm yaşanacaksa polisiyle ordusuyla yaşanacağını söyleyenler bile var aralarında. Polise bildiri dağıtan sol-gruplar gördük Batı Avrupa’da, polisi de eyleme çağırdılar. Devlet mefhumunu ve onun aygıtlarını anlamayan bir sol mevcut Kıbrıs’ta da. “Polisin bizim karşımızda ne işi var?” diyenler bile var. Mücadelenin kitleselleşmesi gerektiği aşikâr. Bu tür kapı kulu solculuğu ancak sınıf mücadelesi ile aşılabilir, bu kapı kulları sendikalardan tutun Tayyip’in marjinal ilan ettiği örgütlere kadar her yere sızmış durumdadır. Tayyip’in bu saldırısına karşı çocukça “sol” sloganları aşan, grev komiteleriyle tabana yayılmış bir sınıf mücadelesi dünyası inşa etmek zorundayız, hâlâ daha ısrarla sektörleri birbirinden ayırarak direnebileceğini sanan ‘sonuçsuz mücadelelerin sendikaları’ olan Sendikal Platform verdiği sözlerin arkasında durmalıdır: KTÖS genel sekreteri Varoğlu, Mart ayında, herhangi bir ‘göç yasası’ mecliste görüşülürse bile Süresiz Genel Greve gideceklerini açıklamıştı; Süresiz Genel Grevin ısrarlı savunucusu olan bizleri sevindirmişti bu durum! Ama ne oldu: DAÜ-DAK özelleştirildi, Kooperatif’in de devredildiği haberleri dolaşıyorken, ne genel grev var ne süresiz grev, ne de “Bu okula el konmuştur!” sloganının altında bir hakikat! Acil görevimiz ‘işçi komiteleri’ denetiminde örgütlenecek bir direniş, o zaman kapı kulu sol da sendikal bürokrasi da anlayacak sınıf mücadelesinin anlamını! Dahası bu yapılmadığı sürece Kıbrıs rüya ile kabus arasında bir araftır!
Kıbrıs’ın önünde bir ayrım vardır: Ya Kürdistan, Arap ve Akdeniz devrimlerinin bir parçası olmak, ya da karşı devrimin askeri üs’sü olarak kalmak!
“AYNI SULARDAN İÇMİŞİZ BİZ…”[*]
SİBEL ÖZBUDUN
“Duvarların kulağı varsa,
sizin kulağınızın da
duvarı var!”[1]
Hemen vurgulayayım; bu yazı öncelikle “kişisel” saiklerle yazılıyor. Aylarca katlanmak zorunda bırakıldığım(ız) bir “duygusal işkence”den hiç değilse üretken sonuçlar çıkarma gayretinin bir ürünü. Hani, onbeş dakikada bir beşuş çehreleriyle ellerini-kollarını sallayarak evlerimize taarruz eden AKP’li “hoşnut yurttaşlar korosu”nun “hadi bi daha, bi daha bi daha” nakaratlı “öpüşün, koklaşın, barışın, aynı bağın gülleriyiz biz” yaveliğinin boğazımıza dolandığı “duygusal işkence”den söz ediyorum.
O kadar çok tekrarlandı, o kadar gözümüze-kulağımıza sokuldu ki, artık üzerine düşünemez olduk. Eminim, kimi sabahlar siz de beyninizin içerisinde çınlayarak uyandınız: “Aynı yoldan gelmişiz biz,/ Aynı sudan içmişiz biz,/ Yazımız bir, kışımız bir,/ Aynı dağın yeliyiz biz.”
Oysa düşünmek gerek: kim kiminle “aynı bağın gülü?”
Örneğin hakkında onbinlercemize, yüzbinlercemize karşı işlediği “insanlık suçu” “zamanaşımı” gerekçesiyle örtbas edilmekte olan ve muhtemelen yatağında, huzur içinde öldükten sonra, hakkında “tabii kimi aşırılıkları oldu ama, ülke uçurumun eşiğine gelmişti, ne yapsındı…” yollu güzellemeler düzülecek olan Kenan Evren ile mi “aynı bağın gülüyüz biz?”
Gece vakti evleri basılan, taranan, köyleri yakılan, sevdiklerinin cesetlerini “toplu mezarlar”dan toplayan Kürtler mi özel timciler, JİTEM’ciler vb. ile “aynı bağın gülü”?
Canları Sivas’ta Madımak otelinde salavat nidaları arasında diri diri yakılırken “kışkırtıcılık”la suçlanan Aleviler mi, kundakçılarıyla “aynı bağın gülü”?
Toprakları, suları siyanüre belenen, dereleri pazarlanıp borulara tıkıştırılan köylüler mi yaşam haklarından kârlar devşirmeye meraklı irili ufaklı şirketlerin sahipleriyle “aynı bağın gülü”?
“Parasız, anadilde, bilimsel eğitim” istedikleri için kolları-bacakları-kafaları kırılan, yerlerde sürüklenen, gaza boğulan öğrenciler mi “çevik kuvvetler”le “aynı bağın gülü”?
Akşam eve ekmek götüremeyen işsiz, günde onaltı saat hela molası vermeden çalıştırılan taşeron, silikozisten mutlak bir ölüme mahkum, Tuzla tersanelerinde iskeleden beyin üstü yere çakılan kayıtdışı işçi, bebesinin yetersiz beslenmeden kucağında can vermesini umarsız izleyen yoksul kadın mı 4x4’lerden inmeyen, kışın İstanbul, yazın Bodrum eğlence mekânlarını dolduran, bir akşam yemeğine bir asgarî ücret bırakanlarla, ya da onların Chanel tesettürlü “İslâmcı” muadilleriyle “aynı bağın gülü”?
* * *
Evet AKP’nin bütün bir seçim döneminde kulaklarımızdan aşağıya boca ettiği yave, bir yanıyla haklı öfkemizin, sınıf öfkemizin üzerini cilayla örtme girişimi.
Ama onun ötesinde bir başka niyet daha sırıtıyor gerisinde: “Şarkılarda bir, türkülerde bir,/ Hep beraber söyleriz biz./ Halaylar bir, horonlar bir,/ Aynı sazın teliyiz biz.”
Gel de hamasî bir “vatan şairi”nin, Behçet Kemal Çağlar’ın dizelerini anımsama: “Ey sinsinler, horonlar, halaylar diyarı hey!”
AKP’liler muhtemelen sevmezler; sağ olsaydı, onun da AKP’lilerden hiç haz etmeyeceği aşikâr. Behçet Kemal, en koyu “Atatürk aşıkları”ndan, Türkçü/milliyetçi bir “vatan şairi”ydi. “Kurucu Baba”nın iltifatlarına sıkça mazhar olmuş, onun sofrasındaki muhabbetlere katılma şansını defaatle elde etmiş, milletvekilliği yaptığı tek parti döneminde, partinin “gericiliğe/yobazlığa prim verdiği” gerekçesiyle hem vekillikten, hem de partisi CHP’den istifa edecek kertede “şecaatli” bir Atatürkçü’ydü. Tabii aynı zamanda Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav gibi solcu öğretim elemanlarının DTCF’nden atılmasını ve yargılanmasını Meclis kürsüsünde yaptığı ateşli konuşmalarla destekleyecek kadar hızlı bir anti-komünistti de…
Her Türk milliyetçisi gibi, Behçet Kemal Çağlar’ın milliyetçiliği de konjonktürel bir dışlayıcı-kafatasçılık ile “sinsinler-horonlar-halaylar” asimilasyonculuğu arasında salınmaktadır. Tarihsel olarak bu denli çok kültüre ev sahipliği yapmış, özellikle de nüfusu bir yandan işgaller, bir yandan da Balkan ve Kafkasya göçleriyle iyice heterojenleşmiş bir coğrafyada, “Orta Asya’dan gelme Alpin ırkından Türk ulusu” söylencesinin çok da tutmayacağını bittecrübe öğrenmiştir çünkü. Özellikle de Nazizmin yenilgiye uğrayarak gözden düştüğü II. Dünya Savaşı sonrası dünya sahnesinde…
Dolayısıyla bugün Türk milliyetçiliği (MHP’ninki dahil) “arî ırk” dayatmacasından ise, “imtiyazsız-sınıfsız-kaynaşmış kitle” söylencelerine sarılır dönüp dolaşıp:
Kimi halay çeker, kimi horon teper, kimi sinsin oynar, bazısı Türkçe türkü söyler, bazısı Kürtçe, kimi semah döner, kimi semaya durur, kiminin alnı secdeden kalkmaz; ama hepsi aynı şanlı tarihin mirasçıları, kaderde-tasada-kıvançta ortak aynı milletin çocukları, aynı ülkünün paydaşları, aynı görkemli geleceğin yolcularıdır… Bu topraklar ve bu “şanlı” geçmiş, onları kaynaştırmış, bir “millet” kılmıştır…
İşin ilginç yanı, yakın zamanlara kadar kendini Türk milliyetçiliği mirasından özenle ayırma görüntüsü veren, “alt-kimlik/üst-kimlik” meselelerini devlet katında dile getiren, yerel özerkliklerden vb. söz açan AKP’nin dönüp dolaşıp, aynı hamaset batağında diğerleriyle, Atatürkçülerle, MHP’lilerle, “ulusal solcular”la buluşması. Bir zamanlar diline doladığı “Anayasal yurttaşlık” filan gibi arayışlara boşverip, “öpüşün, barışın, koklaşın, hepimiz aynı has bahçenin gülleriyiz” yolundaki, artık iç bayıltıcı hâle gelmiş bir söylemden medet umması.[2]
AKP’nin bu “birlik ve beraberlik” ruhuna “Gönüller bir, dualar bir, /Bir Allah’ın kuluyuz biz,” repliğiyle eklemeye çalıştığı “maneviyatçı/dinsel sos” dahi, gerideki ham ve asimilasyoncu milliyetçiliği örtmeye yetmiyor…
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:5, No:178, 29 Haziran 2011…
[1] Fransa’da 1968 Mayıs’ı sloganı.
[2] Hani iş sadece “aynı sudan içmişiz biz”le sınırlı olsa, neyse, diyeceksiniz ki tesadüf... Ama işte AKP’nin 2011 seçimlerinde kullandığı propaganda şarkılarından bazılarının başlıkları: “Beraberiz biz hepimiz”, “Haydi Anadolu”, “Bu memleket hepimizin”, “Bir ve beraberiz”, “Her şey bu millet için”, “Biz hepimiz Türkiye’yiz”…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)